Evvel zamanda, aklı çok, saçı yok bir Keloğlan vardı. Yaşlı, iyi yürekli annesi ile birlikte kalırdı. Yoksul olduklarından mıdır, nedir, hiç kimse kapılarını açmazdı. Cimriler Köyü’nde yaşayanlar, yardımdan kaçtıkları gibi, iyilik etmekten de uzak duruyorlardı.
İnsanlık hali bu ya, günün birinde Keloğlan hastalandı. Yatağa düştü. Yorgan döşek haftalarca, aylarca yattı. Varsıllar Köyü’nde, cimrilerden hiç biri, gelip de; “Geçmiş olsun Keloğlan!” demedi.
Aylardan sonra Keloğlan yavaş yavaş iyileşip gelirken, bu kez de yaşlı anası hastalandı. Yiyecekleri tükendi. Yakacakları tükendi. Ne doktor parası, ne ilaç parası vardı. İneğin, eşeğin yemi, yiyeceği de bitmişti. Keloğlan, öte baktı olmadı, beri baktı bir çare bulamadı. En sonunda hasta anasına şöyle söyledi: “Anam, anacığım! Görüyorsun işte. Bir kaşık çorbaya özlem duyuyoruz. Sonumuz hiç de iyi görünmüyor. Yakında açlıktan öleceğiz. Bari izin ver de sarı ineği keselim, yiyelim.” dedi.
Hasta kadın beyninden vurulmuşa döndü. Birden yatağından fırladı: “Olmaz! Ölürüm de Sarı Kızı’mı yine de kestirmem!” dedi. “İyi ama anacığım. Açız, ne yiyeceğiz? Un yok ekmek yapalım, bulamaç yapalım. Buğday yok, gölle pişirelim. İster misin yatalım, ölelim?”
“Hayır” dedi anası, “Ölmeyelim! Hem de ölmeyeceğiz. Şimdi kalkıyorum. Kapı kapı dolaşacağım. Komşulardan yadım isteyeceğim. Kimsenin iyiliğinin altında kalmam. Elbet hastalığım geçince karşılıklarını birer birer, öderim. Tümü de cimri mi insanların? İçinde hiç iyi yüreklisi yok mu? Gidip arayacağım iyi insanları. Hem de bulacağım. İnsanların bini kötü olsa, içlerinden biri yine iyidir.” dedi. Keloğlan’ın yaşlı, hasta anası titreye titreye yatağından çıktı. Yalpalaya, sendeleye umutlandığı kapıları çaldı. Çaldı ama her gittiği evde kapı yüzüne kapandı. Varsıl Köyü’n cimri insanları, yardım etmedikleri yetmiyormuş gibi bir de akıl veriyorlardı: “Açsanız sarı ineği kesin, etini yiyin. Açıksanız, sarı ineğin derisini giyin.” diyorlardı.
Keloğlan’ın zavallı anası, umutlandığı tüm komşulardan eli boş ters yüz edilince çok üzüldü. Anasının üzüldüğünü görünce Keloğlan, kahkaha atarak güldü: “Güzel anacığım, kadın anacığım gördün mü? Gördün mü Varsıl Köy’ün cimri insanlarını … Güvendiğin dağların tümüne de kar yağdı. Sen de başını sert kayalara çarptın, sözüme geldin. Şimdi son çarenin sarı inek olduğunu anladın değil mi?” dedi.
Kadıncağız, baktı çıkar bir başka yol yok. İstemeye istemeye Sarı Kız’ın kesilmesine razı oldu. Başını salladı. Sonra da KeloğIan’a: “Arslan oğlum, keloğlum, seninle başa çıkılmaz. Ne yapacaksan yap. Yeter ki gözüm görmesin!” dedi.
Keloğlan gitti, ineği kesti. Derisini yüzdü, tuzladı. Daha sonra da sarı ineğin etlerini bir kazana doldurdu. Bir güzel pişirdi. Varsıl Köy’ün cimri insanlarını yemeğe çağırdı. Çağırılan da, çağırılmayan da geldi. Sarı ineğin etini afiyetle yediler.
Keloğlan, cimrileri çağırırken: “Biz herkesi bir gün ağırlarız. Onlarsa bizi her gün ağırlarlar. Evleri sıraya koyarız. Aylarca konuk oluruz. Yeriz, içeriz, geçinir gideriz.” diye düşündü.
Keloğlan’ın planı böyleydi. Gelin görün ki, evdeki pazarlık çarşıya uymadı. Aradan günler, haftalar, aylar geçti. Keloğlanların evi yine, tamtakır, kuru bakır oldu. Sarı ineğin etini yiyenlerden ne gelen oldu, ne de çağrıda bulunan. Keloğlan utandı. Anasının yüzüne bakamaz oldu. Düşündü. Hiç bir umut kapısı olmadığını anlayınca, bu kez de gözünü sarı ineğin duvarda gerili duran derisine dikti. Gitti anasına yalvardı:
“Ana! Ana! Sarı ineğin derisini satayım. Parası ile ekmek alayım, olur mu?” dedi. Anası yarı kızgın, yarı üzgün: “AI götür, bakıp durma. Son umudun bu. Sat da, parasına yiyecek al, getir!” dedi. Keloğlan, duvarda dura dura kuruyan, tahta gibi tamtakır olan deriyi aldı. Pazara götürdü. Pazar yeri kente, çok uzaktı. Keloğlan’ ın oraya varması için yüksek dağları aşması, karanlık ormanları geçmesi lazımdı.
Ne yapsın Keloğlan? Her zorluğu göze aldı. Az gitti, uz gitti, dere, tepe düz gitti. Yüksek dağları aştı. Karanlık ormanlara vardı. Vardı varmasına ama demesi dile kolay. Ortalık günlük güneşlik iken, güzelim hava yavaş yavaş karardı. Gökyüzünü kara bulutlar sardı. Ilık ılık esen rüzgar, giderek sertleşti. Şimşek çakmaya, gök gürlemeye başladı. Kısa süre içinde korkunç bir fırtına koptu. Bulutlar, kara koyun yünü gibi, oradan oraya savruluyordu. Rüzgar çok hızlı, hem de güçlü esiyordu. Sarı ineğin derisine çarpan fırtına, Keloğlan’ı yerden yere vuruyordu. Tam karanlık ormanların son bulduğu yere gelince, deli fırtına meydan buldu. Olanca gücünü artırarak tekrar tekrar yeniden gürledi. Keloğlan’ı yolun dışına fırlatıp attı. Sarı ineğin derisini de kaldırdı, havalara uçurdu. Şimdi ne yapsın Keloğlan? Düşe kalka, tek umudu derinin peşine takıldı. Deri uçtu, Keloğlan koştu. Neden sonra fırtınanın hızı, azgınlığı azaldı. Fırtınanın dinmesi ile havalarda uçan sarı ineğin derisi de yavaş yavaş aşağıya indi. Sarp kayaların içine, karanlık bir mağaranın önüne düştü. Meğer mağarada iki hırsız varmış. Oturmuşlar, padişahın sarayından çaldıkları altınları bölüşmeye çalışıyorlardı. Kurumuş deri birden bire, takır tukur yanlarına düşünce korktular. Baskına uğradıklarını sandılar. Yakalanmamak için, bir torba dolusu altını oraya bıraktılar, tabana kuvvet kaçtılar.
Biraz sonra Keloğlan, nefes nefese mağaranın önüne geldi. Sarı ineğin derisini alayım, derken baktı ki koca kayanın dibinde altın olduğunu anladı. Onları sevine sevine topladı. Ayrılacağı sırada bir de ne görsün … Biraz ileride bir torba durmuyor mu! Şöyle bir yokladı. “Tamam, bunlar da altın!” dedi. “Hem de torba dolusu altın!”
Keloğlan, oralarda daha fazla durur mu hiç? Sarı ineğin derisine bile bakmadı. Torbayı sırtladığı gibi geriye döndü. Cimriler Köyü’ne, yaşlı anasının yanına geldi. Aradan çok zaman geçmedi. Keloğlan’ın yediği, giydiği değişti. Bir eli yağda, bir eli balda olmaya başladı. Yürümesi, konuşması başkalaştı. Cimriler, Keloğlan’ da gördükleri bu ileri yaşam karşısında şaşırdılar. Keloğlan, cimrilerin şaşırmaları karşısında onlara şöyle dedi:
“Çok zengin olduğumu görüyorsunuz. Fakat nasıl zenginleştiğimi bir türlü anlayamadınız değil mi? Anlatayım da dinleyin. Merakınızı gidereyim.” dedi.
Yoksul Keloğlan’ın nasıl zengin olduğunu öğrenmek için herkes yanaştı, can kulağı ile dinledi. Keloğlan söze başladı:
“Hani, bizim bir sarı inek vardı. Hepinizin bildiği sarı inek. Onu kesip etini hep birlikte yemiştik. Şimdi anımsadınız değil mi?”
Cimriler: “Tamam. Evet, anladık. Sonra ne oldu?” dediler. Keloğlan: “Sonrası şu. Bildiğiniz o sarı ineğin derisini pazara götürüyordum. Bir torba altına sattım, iyi mi? dedi.
Keloğlan cimrilerden öc almak istiyordu. Keloğlan’ı dinleyen cimriler, onu kıskandılar. Herkes satırı kaptığı gibi evine, ahıra koştu. Çünkü, tüm Cimriler daha çok zengin olmayı düşünüyorlardı. İneklerini kestiler, Keloğlan ile anasını et yemeye çağırdılar. Keloğlan ile anasının keyiflerine diyecek yoktu artık … Bu gün bu ev, yarın şu ev derken ziyafetten ziyafete koştular. Yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarındaydı. Geçmişte yaşadıkları, aç kalıp açık yattıkları günlerin acılarını bir iyice çıkardılar.
Öte yandan cimriler, ineklerinin derilerini, birer, ikişer pazara götürmeye başladılar. Başladılar ya boşuna öyle ya, kim alır bir inek derisini bir torba altına. Zengin olacağız umudu ile yola düşen cimriler, dağ aştılar, dere geçtiler. Pazara vardılar. Kent sokaklarında akşamlara değin dolaştıktan sonra, derileri satmadan bin öfke, bir tafra ile köye döndüler. Döndüler ya, sonuçta da olanca kabaklar yine Keloğlan’ın başında patladı. Bütün Cimriler öc almak, öfke çıkarmak için söz birliğine vardılar.
Bir gece çuvallara sığır gübresi doldurdular. Keloğlanların damına çıktılar. Gübreyi bacadan aşağıya boşalttılar. Keloğlan hiç oralı bile olmadı. Bacalarından dökülen, evin içine yayılan gübreyi, derledi, topladı, tezek yaptı. Aradan uzun bir süre geçince tezekler kurudu. Keloğlan bunları çuvallara doldurdu, yakacak olarak satmak için, bir eşeğe yükleterek pazara gitti. Dağları aştı, dereleri geçti. Bir de baktı ki, adamın biri kendisine doğru koşarak gelmiyor mu? Adam, hem koşuyor, hem de bağırıyordu:
“Ben bir kumaş hırsızıyım. Varyemezleri soydum. Çaldığım kumaşları bir katıra yüklettim. Kaçarken peşime Varyemezler takıldı. Bana yardım et. Ne olur, beni onların elinden kurtar!” dedi. Eli ile sarp kayalıkları işaret ederek, kumaş yüklü katırın durduğu yeri gösterdi. Keloğlan, hırsızın yalvarmalarına dayanamadı: “Sana nasıl yardım edebilirim?” dedi. Hırsız ona akıl verdi: “Eşekle katırı hiç kimse ayırt edemez. Hele senden kimse kuşkulanmaz. Tezek yüklü eşeği ben alayım. Kumaş yüklü katın da sen al.”
“İyi” dedi Keloğlan. Tezek yüklü eşeği hırsıza verdi. Kendisi de gitti, kayalıklarda saklı bekleyen kumaş yüklü katın aldı. Ortalık kararıncaya değin, orada bekledi. Gece bastırınca, kumaş yüklü katırın üzerine bindi. Cimriler Köyü’ne döndü.
“Hoş geldin Keloğlan!” diyenlere bir metre kumaş verdi, verdi ya: “Bu değirmenin suyu nereden geliyor? diye cimrileri yeni bir merak sardı. Keloğlan, onların merakını şöyle giderdi:
“Hani bir gece bizim dama çıkmıştınız. Evimizin bacasından aşağıya çuval çuval sığır pisliği boşaltmıştınız. Anımsadınız mı?” dedi. Cimriler, utandılar, sıkıldılar. Başlarını önlerine eğdiler. Ses çıkarmadılar. Keloğlan sözlerine devam etti:
“İşte o zaman ocağıma döktüğünüz mayısları topladım. Çuvallara doldurdum. Pazara götürdüm, sattım. Parasıyla gördüğünüz bu kumaşları aldım. Şimdi bunları size veriyorum. Alın … Alın … ” dedi.
Keloğlan zengin olur da cimrilerin gönlü razı olur mu? Çekemediler onu. Keloğlan’ın yaptıklarına onlar da özendiler. Daha da zengin olmayı düşlediler. Doğru ahırlara koştular. Kimisi kürekle, kimisi eliyle taze gübreleri toplayıp çuvallara doldurdular. Kentteki pazar yerine, biri diğerinden önce varabilmek için ivedili bir yarışmaya girdiler.
Kentliler bu işe çok şaşırdılar. Öyle ya, görmedikleri bir şeydi bu. Sokakları, gübre yüklü eşekleriyle dolaşan köylüler doldurmuştu. Hem de her yerden bir ses geliyordu: “Gübre satarım! Mayısla kumaş değiştiririm!” diyorlardı.
Gübre kokusunu alanlar, bağrışmaları duyanlar, sokaklara fırladı. Biraz sonra cimrilerin sesleri kesildi. Gübre kokuları azaldı. Çünkü, bundan rahatsız olan kentliler, Keloğlan’ın cimri köylülerini bir hana kapattılar. Hepsine birden bir güzel sıra dayağı çektiler. Sopayı yiyen cimriler, köye döndüler. Herkes öfkesinden Keloğlan’ a diş biliyordu. Onunla başa çıkamayacaklarını anladılar:
“Başımıza olmadık işleri açan, köyümüzün belası şu Keloğlan’ dan kurtulalım. Onu öldürelim!” dediler. Kimi, asmayı; kimi kesmeyi önerdi. Kimisi de “Bir sandığa kapatalım, ırmağa atalım.” dedi. Dediklerini de yaptılar. Keloğlan’ı bir sandığın içine koydular. Kapağını sıkıca çivileyip, çağlayıp akan ırmağa atıverdiler. Sonra da: “Şükür, Allah’ın belası kelden kurtulduk!” dediler.
Kapalı sandık ırmak suları ile sürüklene sürüklene uzun bir yol aldı. Keloğlan sandığın içinde, orada ırmağın kıyısında günlerce kaldı. Acıktı, susadı. Sandıktan çıkabilmek için de türlü türlü planlar hazırladı. Fakat bir türlü planlarını uygulayıp, başarıya ulaşamadı. Sandıktan çıkamadı. Neden sonra bir gün, çan sesleri, koyun, kuzu melemeleri duydu. Uzaklardan beriye doğru, yavaş yavaş gelen, kaval öttüren biri vardı. Onu sürüyü güden çoban çalıyordu. Yanık yanık, üfleye üfleye yaklaştı. Geldi. Keloğlan’ın yakınına oturdu. Kaval çalmayı bıraktı. Kendi kendine konuşmaya başladı:
“Of … Of!. .. Yanıyorum, tutuşuyorum, Allahım sen bana acı.
Padişah kızını vermezse, yaşayamam, ölürüm!” diyordu. Meğer çoban aşıkmış. Hem de padişahın kızına. Gönül bu; söz anlamaz, ferman dinlemez ki… Keloğlan, çobanın derdini anladı. Bu fırsatı kaçırmamak için bir kurnazlık düşündü. Başladı bağırmaya: “Hayır!.. Hayır! .. İstemiyorum, Padişah’ın kızını istemiyorum! Ben onunla evlenmek istemiyorum!”
Çoban hemen ırmağa atladı. Orada duran kapalı sandığı kucaklayıp çıkardı. Acele acele çivileri söktü. Kapağı kaldırdı. Keloğlan durmadan bağırıyordu:
“Hayır!.. Hayır!.. Dokunmayın bana. Gelmeyin üzerime. Padişah’ın kızını istemiyorum. Ben onunla evlenmek istemiyorum.”
Çoban: “Seni bu sandığa niçin kapattılar?” dedi.
Keloğlan: “Bana Padişah’ın kızını vermek istiyorlar. Ben Padişah’ın kızı ile evlenmek istemiyorum. Gönlümü yapmak için işkence ediyorlar.” dedi. Çoban ise Keloğlan’ a: “Madem sen Padişah’ın kızını istemiyorsun. Ben istiyorum.
Sandıktan sen çık, senin yerine ben gireyim.” dedi.
Keloğlan sandıktan çıktı. Yerine çoban girdi. Keloğlan, sandığı kapattı. Çobanı ırmağa attı. Çoban sandığın içinde, ırmak suları ile sürüklene dursun. Bizim Keloğlan koyun sürüsünü toparladı. Süre süre köye geldi.
“Merhaba Keloğlan. Hoş geldin Keloğlan!” diyen her Cimri’ ye bir koyun verdi.
“Bu sürüyü nereden aldın, nereden buldun?” diyenlere de şu karşılığı verdi:
“Beni sandığa kapattınız. Irmağa attınız. Irmak beni aldı, götürdü. Vardım bir denize. Baktım denizin dibine. Denizin dibi koyunlarla, kuzularla dolu. Hem de sahipsiz, çobansız. Bu gördüğünüz kadarını denizin dibinden topladım. Süre süre buraya geldim. Denizin dibinde daha pek çok koyun sürüleri var.” dedi.
Cimriler önce inanmadılar. Sonradan Keloğlan’ın gerçekten koyun, kuzu dağıttığını görünce inandılar.
“Sürülerin birazını da biz alalım” dediler. Irmak boyunca yürüdüler. Denize vardılar. Çok hırslı, çok Cimrilerden birinin oğlu hemen denize atladı.
“Ik!. .. ık!. .. ık!…” diye diye denizin dibine battı, boğuldu. Hırslı Cimri’nin bulanık sularda kaybolduğunu seyredenler:
“Atlar, atlamaz kırk tane buldu. Keloğlan doğru söylüyor!” dediler. Daha çok koyun, kuzu toplamak için denize atladılar. Anladılar ya, bir daha geriye dönmediler.
(Türk Masalı)