Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, köyün birinde iyi kalpli, fakir bir çoban yaşarmış. Çok yoksul olmasına rağmen, halinden hiç yakınmaz, çobanlık yaparak, kıt kanaat geçimini sağlarmış.
Çobanın yaşadığı köyün ağası ise kötü kalplinin biriymiş. Bu ağanın evlenme çağına gelmiş çok güzel bir kızı varmış. Taliplisi o kadar çokmuş ki; kızın güzelliğini duyan tüm zengin gençler, ağanın evini aşındırıyorlarmış. Ağa:
“Kızımı, kendim gibi çok zengin ve akıllı birisiyle evlendirmeliyim” diye düşünüyormuş. Sonunda:
“Kızım, benim gibi zengin ve kurnaz birine layık. Kim yapacağım sınavı kazanırsa, kızımı ona vereceğim.” diye ilan etmiş.
Birer birer tüm zengin delikanlılar sınava girmişler, ama hiç biri sınavdan geçememişler. Derken, bizim fakir çoban da bu ilanı duymuş. Bir de ben kısmetimi deneyeyim diye ağanın kapısını çalmış.
Ağa, karşısında fakir çobanı görünce; “Bir bu eksikti. Benim kızım, böyle fakir bir çobana mı layık?” diye içinden söylenmiş ama çobanı sınav yapmadan da gönderemezmiş.
“Hem” demiş, “bunca zengin, akıllı delikanlılar sınavdan geçemediler de bu kılıksız mı geçecek?” diye kendini teselli etmiş.
Çoban, saygıyla ağayı selamlamış ve kızına talip olduğunu söylemiş. Ağa:
“Delikanlı! Bizim sözümüz söz. Ancak sınavı kazanabilirsen, o zaman kızımı sana veririm.” demiş.
Çoban, sınava hazır olduğunu söyleyince, ağa sorularını sormaya başlamış: “Kalkar kalkmaz yatar, kimdir?”
“Bundan daha zorunu soramaz mıydınız!” diye gülümsemiş.
“Bir Mayıs gecesi, değil de ne!”
Ağa çok sinirlenmiş. İçinden: “Ona son derece zor bir şey bulmalıyım.” diye düşünüyormuş. Uzun bir süre düşünmüş ve sonra sormuş:
“Dışı karga gibi kara, içi pamuk gibi beyaz ve gül bahçesinde gezinir. Bil bakalım, nedir?”
“Bunu bilmeyecek ne var!” diye şaşırmış çoban; “Tabii bir mekik.”
Kötü kalpli ağa, çobanın bu derece zeki ve kurnaz olduğunu görünce çok şaşırmış ama kızını da bu fakir çobana vermeye hiç niyetli değilmiş.
“Bilmecelerle devam etmenin bir yararı yok!” demiş kendi kendine. “En iyisi ona gerçekleştirilmesi zor bir görev vermek.”
“Beni iyi dinle çoban” demiş. “Ailemi ve beni korkuttuktan sonra, birden güldürmeyi başarırsan, kazanacaksın ve kızım senin olacak. İşte üçüncü sınav bu.”
Çoban, düşüne düşüne evinin yolunu tutmuş. Çaresiz bir şekilde evine giderken, yol kenarında bir teke leşiyle karşılaşmış. Birden aklına parlak bir fikir gelmiş ve hemen planını hazırlamış.
Sonra, sabırla gecenin olmasını beklemiş ve gece yarısı sessizce ağanın evine girmiş ve planını uygulamaya başlamış.
önce mutfağa gitmiş, tekenin başını ocağın üstüne asmış.
Sonra, körüğün ağzına bir kaval sokmuş ve gaz lambasına havayi fişek tozu ekelemiş.
Ağanın odasına girip, tekenin bir ayağını, ağanın ayağına bağlamış, sonra postunu tam döşeğinin önüne sermiş. Geriye küçük bir ayrıntı kalmış. Sessizce genç kızın odasına süzülmüş, kollarını bir bağırsakla bağlamış, üstüne bir iğne dikmiş ve koşup saklanmış.
İğne genç kızı uyandırmış. Genç kız, eliyle acıyan yerine dokununca, koluna dolanmış yuvarlak ve pürüzsüz bir şey hissetmiş.
“İmdat, yetişin! Yetişin! Baba, anne yetişin! Beni bir yılan soktu!” diye bağırmaya başlamış.
Kızının feryadım duyan ağa, hemen uyanmış. “Ne var! Ne oluyor!” diye bağırmış. Kızının yardımına koşmak için yatağından fırlamış. Ama tekenin postunun üstünde kaymış; acı içinde kalkabildiğinde, bacaklarından birinin normal olmadığını fark etmiş. Karanlıkta bacağını yoklamış ve korkusundan saçları diken gibi dikilmiş.
“İmdat, yetişin!” diye o da başlamış cıyak cıyak bağırmaya.
“Bacağım kırıldı. Bir kemik parçası dışarı fırladı.”
Baba ile kızın feryatlarıyla şaşkına dönen anne, ilk önce nereye koşacağını şaşırmış. “Bekleyin biraz! Karanlıkta hiçbir şey göremiyorum. Lambayı alıp geleyim.” diye bağırmış.
Hemen, mutfağa koşmuş. “önce ateşi canlandırmak gerek”, diye mırıldanmış. El yordamıyla körüğü aramış, sonra közleri canlandırmak için körüklemeye başlamış. Çobanın körüğün ağzına soktuğu kaval çalmaya başlamış. Zavallı kadın canlanan alevlerin ışığında, sakallı ve iki boynuzlu korkunç bir başın ortaya çıktığını görmüş. Dehşetten dili tutulmuş bir halde, yere yığılmış.
Kadın son bir gayretle toparlanmış, lambayı kapmış, yakmak için ateşe yaklaştırmış. Fitili tutuşur tutuşmaz mutfaktan çıkmak için acele etmiş. Ocağa sinmiş korkunç canavardan daha yeni kurtulmuşken şimdi de fitilin kıvılcımları tozları tutuşturmuş. Bu kere ortalık cehenneme dönmüş …
Köylü, düş gördüğünü, böyle saçmalıklar anlattığından utanması gerektiğini söyleyerek karısını azarlıyormuş. Derken, korkunç bir “gümm!” Arkasından dört bir yana patlayan yeşil ve kırmızı füzeler!
“Acı bize Allahım!” diye bağırmış kadın. “Bana inanmayan kocamı bağışla!” diye eklemiş. Bu kıyametin, inanmayan kocasını cezalandırmak için çıktığına inanıyormuş.
Çoban artık saklandığı yerden çıkma zamanının geldiğine karar vermiş. Kendi lambasını yakmış. Üç zavallının, korkudan yerde diz çökmüş durumda olduklarını görmüş. O zaman kahkahalarla gülmeye başlamış.
İlk başta üçü de ona çok kızmış. Baba, anne ve kızları hiçbir şeyleri olmadığını, korkunç iblisin yalnız bir teke başı, kıyametin havai fişek olduğunu anlayınca derin bir soluk almışlar. Korkulan geçince onlar da başlamışlar gülmeye.
Ağa, çobanın zekiliğine ve kurnazlığına hayran kalmış ve kızıyla onu evlendirmiş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine …
(Vietnam Masalı)