Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, memleketin birinde Ahmet ile Mehmet adında iki kardeş varmış. Günlerden bir gün, ihtiyar babaları hastalanıp yatağa düşmüş:
“Evlatlarım” demiş, “Benim günlerim sayılı. Artık tarlalarımıza ve hayvanlarımıza siz bakacaksınız. Birlikte kardeşçe çalışın ve annenize çok iyi bakın.” diye vasiyet etmiş.
Aradan günler geçmiş. İki kardeş, tarlalarını güzelce sürmüşler. Ekim zamanı gelince Ahmet, Mehmet’e:
“Ağabey, sen tarlaları ek. Ben de davarları güdeyim.” demiş. Sonra koyunları alarak dağlara çıkmış. Koyunları otlatmaya başlamış. Bu arada komşu köylerden bir çobanla arkadaş olmuşlar. Çoban:
“Arkadaş. Bu hayvanları otlatmak için gece gündüz boşuna çalışıyoruz. Gel şunları satıp, şehre gidelim.” diye Mehmet’in aklını çelmiş.
Mehmet ile çoban arkadaşı, koyunları götürüp satmışlar. Sonra da başka bir şehre gitmişler. Şehirde günlerce gezip eğlenmişler. İçkiye, kumara dalıp tüm paralarını yiyip bitirmişler. Bir ara tekrar köylerine dönmeyi düşünmüşler ama utandıklarından dönememişler. Çaresiz, şehirde ameleliğe başlamışlar.
Bu arada Ahmet, tarladan buğdayları kaldırmış. Kardeşi koyunlarla birlikte köye dönmeyince, Ahmet ile annesi çok büyük darlığa düşmüşler. Yarı aç yarı tok günlerini geçirmeye başlamışlar.
Kışın köyde iş olmadığı için, çalışkan Ahmet doğruca şehre gitmiş. Bir bakkal dükkanında çırak olarak çalışmaya başlamış ve biriktirdiği paraları annesine gönderip, onu geçindiriyormuş. Annesi ise her gün çalışkan oğluna dua ediyormuş.
Ahmet, bir sabah dükkanı erkenden açmış. Tezgahın önünde, yerde bir kese duruyormuş. Keseyi eline alıp içine bakınca, içinde tam bin altın olduğunu görmüş. Ahmet, bu paraları alıp köyüne dönmeyi düşünmüş, ama birden kendisinin olmayan bir şeyi almanın doğru olmayacağını, bu parayı sahibine vermesi gerektiğini hatırlamış.
Bakkal sahibi gelince, Ahmet, para kesesini ustasına vermiş.
Ustası: “Aferim evladım. Bu dürüstlüğünün karşılığını Allah mutlaka sana verecektir.” demiş ve paranın sahibine teslim edilmesi için karakola götürmüş.
Ekim zamanı, Ahmet ustasından izin isteyip köyüne dönmüş. Yine tarlasını güzelce sürmüş ve çil çil buğdaylar ekmiş. Annesi, oğluna öğlenleri yemek getiriyor ve ona sürekli dua ediyormuş.
Hasat zamanı Ahmet, buğdayları biçmiş ve arabasına doldurmuş. O sene buğdaylar o kadar çok ve iri olmuş ki, ambarlara buğday taşımaktan yorulmuşlar. Ahmet kalan buğdayları da arabasına yükledikten sonra, köye doğru yola çıkmış. Bir yokuş başında atları aniden durmuş. Ahmet ne kadar uğraşsa da hayvanlar bir adım bile atmamış. Çaresiz, orada yatmaya karar vermiş.
Sabah uyandığında birde ne görsün! Arabadaki buğdayların hepsi altın olmamış mı!
Şaşkınlıktan neredeyse küçük dilini yutacakmış. Buğdayların nasıl altın olduğunu düşünürken, arabanın içinden küçücük bir adam çıkmış.
“Şaşırmana gerek yok evladım. Bu altınların hepsi senin helal parandır. Sen babanın vasiyetini tuttun. Dürüst ve namusluca çok çalıştın ve yerde bulduğun parayı sahibine iade ettin. Bu buğdaylar, dürüstlüğün sayesinde altın oldu. Kardeşin Mehmet ise tam aksine babanın sözünü dinlemedi. Sizleri hiç düşünmeden zevk ve sefaya daldı. Sonra da cezasını buldu.” deyip ortadan kaybolmuş.
(Türk Masalı)